EŞEĞİNİ DÖVEMEYEN SEMERİNİ DÖVER...

Dedeciğim iki şeye aşıktı. Biri araba diğeri çocukları. Sivas gibi bir yerde herkes Çin’li kadınlar gibi çocuk üretirken annemler üç kardeştirler. “Ana” isminde bir kitap okumuştum. Çin’de ki yaşamı, kuraklığı, gereksiz çocuk üretimini, o kadar güzel anlatıyordu ki. Kitaba göre her yıl Çin’de toprağı ekmek ve kadının gebeliği aynı doğrultuda yürümek zorundaymış. Toprak etkinsiz kadın döl süz bırakılmazmış. Ondan herhalde Allah’ın Çan Çin Çung’ ları üreye üreye Tekstilimize de el attılar, endüstrimize de. Neyse şimdi konu bu değil. Dedemden söz ediyorduk. Daha önce bahsetmiştim arabalara olan sevgisinden dedemin. Bir gün geldi en yakın akrabaları bir araba ile o güzelim tek katlı önünde süs havuzu ve her türlü meyve ağacının olduğu evini, kandırıp takas ettiler. Zavallı anneannem evsiz kalmıştı. Herkes ayağa kalktı nasıl böyle bir şey yaparsın diye. Sivas’a gitmiştik yine bu olayın üzerine. Dedem arabanın rehavetiyle önce bir şey anlamamış ama aklı başına geldiğinde başını vurmuştu ben ne yaptım diye. Onu kandıran akrabaları Sivas’ın ileri gelen ailelerinden geliyorlardı ve bu eve hiçte ihtiyaçları yoktu. Nedendir bilmem geçmişin kuyruk acısı mıydı onlara bunu yaptıran?

Dedem olayın farkına vardığında hiç unutmuyorum herkes toplanmıştı konuşuyorlardı. Biz küçüktük daha dedem ben ne yaptım ne yaptım derken bir sessizlik oldu. Figen bir filmden öğrendiği repliği birbiri ardına sıralayıverdi. “Eşeğini dövemeyen semerini döver, semerini dövemeyen, paldımını döver, onu da dövemeyen kendi başını kendi dizini döver” deyiverdi. Uzun bir sessizlik oldu. Herkes boş boş birbirine baktı. Kimi bıyık altından güldü, kimi sustu ama dedem başını öne eğdi, kızmadı Figen’e kızamadı…

Herkes ayaklanınca dedemin zalim akrabaları, arabanın yanında bir de apartman dairesi vermeye baskılara dayanamayıp karar verdiler. En azından kadıncağız sokakta kalmamıştı. Ama bu seferde uzun yıllar çeşitli bahanelerle kadının tapusunu vermediler. Dedem yaptığı hatayı anlamış ama iş işten geçmişti. Akrabalarına güvenmiş ve bu duruma düşmüştü. Kısa zamanda kalp hastası oldu. Dayım hep Almanya’daydı ve izne geldiği zaman babasına geldiğini söylememiş ona uğramamıştı. Komşulardan biri “Davut Efendi oğlun gelmiş ya gözün aydın” diye geldiğinde sofrada oturmuş yemeğini yiyormuş. Komşusunun verdiği haberi duyunca kaşığı elinden düşmüş. Bu kadar üzüntüyü o güzel yüreği kaldıramadı. Ellili yaşlarında çok sevdiği ayranını içtikten sonra yanan yüreğinin sesi sustu. Kaybettik o güzel adamı. Evlatları gurbette, yalnız bir adam…

Hayatımda üç kere katıla katıla ağladığımı biliyorum. Biri 8 aylıkken kızamıktan ölen minicik kardeşim Fulya’ya, ardından dedeme ve canım babama. Babam hele içimde öyle bir ateşi yakıp gitti ki zaman zaman küllense de çoğu zaman canımı acıtıyor. Kor gibi tenime düşüp yakıp yıkıyor beni savaş meydanı gibi hissediyorum yüreğimi. Etimi kızgın demirle dağlıyor gibi oluyorum. Yaşantısı zordu bundan dolayı da sertti. Çok yorgun olurdu kızdırmaktan korkardık hep. Ama içi yüreği güzeldi. Gösterdiği zamanlarda yüreğini, kalbinin kapılarını açtığında. Bazı zamanlarda işimle yoğunlaştığımda ama o görmüyor ki deyip işte o anda dağılıyorum. Ona ulaşmanın tek yolu başarıydı. Ondandır hayatımda her şey başarıya ulaşmak. Anneme hep sorardım anne babam beni sevmiyor mu? Figen ilk göz ağrısı, Ömer ilk erkek evladı, Özhan tekne kazıntısı, peki bana ne kalıyor ben neyim?

Ben küçükken televizyonlarda “Küçük Ev” diye bir dizi vardı. Baba Ingallas, çocukları, Mary ve Laura yatarken çatı katının kapağından başını uzatıp uyumak üzere olan kızlarına iyi geceler derdi. Kızlar da babalarına seni seviyorum baba diyorlardı. Ben o zaman “aaaa ne ayııp babaya seni seviyorum denir mi?” diye düşünürdüm. Seni seviyorum demek sadece sevgililere has bir sözcükmüş gibi gelirdi. Bir de “Cozby Ailesi” vardı. Bu ailenin belki 7-8 çocukları vardı ama hepsi birbirinden özeldi sanki. Ne kadar eğlenceli bir aile diye düşünürdüm. Keşke böyle olsak. Babamla yaşayamadığım çok şey var. Üzüntüm bundan da olabilir. Oysa ki ölmeden önce bacaklarında kangren başlamıştı ve yaşamı devam etseydi ayaklarını keseceklerini söylüyordu doktorlar. Fakat bu bile avutmuyor içimde ki ağlayan çocuğu.

Sonra ne mi oldu anneannemlerin cephesinde; dedem vefat ettikten sonra enişten o dedemin kıymetlisini, arabasını almış parçalayıp pert etmişti. Ama o da uzun yaşamadı maalesef  kırk yaşında kalpten gitti. Ondan sonraki dönemle ilgili şunları hatırlıyorum. Anneannem her namaz sonrası beddua seansına başlardı. Namaz bitip, iki tarafa selam verdikten sonra “Allllahhh bu adamı (o güzel evini dedemi kandırıp elinden alan soyuna Sivas’ta sözü geçen saygın akrabalarımız için) şöyle yapsın böyle etsin. Sidikliğine taş dursun da tilkiler gibi çığırasın. (Tarife göre ya prostat ya da böbrek taşından söz ediyor) Allllllahhhhh yatacak yer bulamasın, yeri göğü ateş olsun. Zaman geçtikçe daha kreatif beddualar da bulmaya özen göstermiştir. “Allahından bul demeeeem altın maltın bulursun şeytanından bul emiiii” Vallahi tapuyu alana kadar manevi eylemlerini sürdürdü.

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.